Yürümek için nedenlerim var. Bu, üzerinde çokça düşünülmüş, uzun bir yürüyüş…
“Kulemden sadece Câbi’nin Kulesi’ne bakmıyordum tabii. Sokakları da izliyordum. Aslında izlemeyi o günlerde öğrendim. İnsanların gözünden kaçan şeyleri; küçük detayları, rüzgârda sürüklenen yaprakların gittiği yerleri orada gördüm. Bir de onu. Yani Aliya’yı.” Karanlığın ve korkunun gölgesinde, umut ve cesaretin parlayan bir feneri olarak duran bir adam. Aliya’nın ayak izlerinde yürümeye hazır mısın?
Furkan Çalışkan’ın kaleme aldığı Ketebe Genç etiketiyle yayımlanan “Câbi’nin Kulesi-Uzun Yürüyüşlerin Kısa Kitabı” geçtiğimiz günlerde genç okuyucularıyla buluştu. Kitap, korkuya karşı cesareti, çirkinliğe karşı güzelliği, rüzgâra karşı yürümeyi tercih eden cesur ve genç okurları, Aliya İzzetbegoviç’in hikâyesine davet ediyor. Câbi’nin Kulesi, insan ruhunun direncinin bir kanıtı, en karanlık zamanlarda bile zarafet ve cesaretle yürümeyi seçebileceğimizin bir hatırlatıcısı. Yazar Furkan Çalışkan ile Ketebe Genç’in ilk kitaplarından olan “Câbi’nin Kulesi-Uzun Yürüyüşlerin Kısa Kitabı”nı konuştuk.
Kitabın bıraktığı his umut ve cesaret
Furkan Çalışkan, oğluna anlattığı çeşitli hikâyelerin arasında istemsizce bağlar kurduğunu belirterek, “Bu hikâyelerin hepsinin tek bir meydana çıkan farklı sokaklar olduğunu fark edince bir şeyler yazmaya dair ilk düşüncelerim gelişti. Bu kitap bağlamında hikâyelerin birleştiği o meydan, Aliya İzetbegoviç’in yaşam serüveni oldu bu kez. Aslında gençlik edebiyatı benim alanım değil fakat bazı hikâyelerin kendi içyüzleri itibariyle ‘genç’ olması ve geçip giden yıllara rağmen canlılığını, zamansızlığı koruması üzerine eğilinmesi ve düşünülmesi gereken bir şey. Yayınevi olarak bu alana adım atmamız da beni teşvik eden, harekete geçiren şeylerden sanırım. Aslında böylece, tarihimizde iz bırakmış önemli kişilerin, kendi kahramanlarımızın hayatındaki ilham alınabilecek tek ve epik bir anın tasvirini gençlik kitapları çerçevesinde anlatma fikri ortaya çıkmış oldu” diyor.
“Kitapla, tek bir karar anının içinde bütün bir ömrün nasıl biriktiğini göstermek istedim” diyen Çalışkan, “Amacım, bir şahsiyet kazanmanın ve deneyimlerin, zor ve kritik bir karar anı geldiği zaman nasıl bir rol oynadığını yirminci yüzyılın anıt şahsiyetlerinden birinin üzerinden anlatmaktı” ifadelerini kullanıyor ve ekliyor: “Tüm bunlarla birlikte aslında bir mesaj vermek yerine, bir his uyandırmak istedim. Böylelikle genç okurlar kitabı okuyup kapattıktan sonra kitabın bıraktığı his, umut ve cesaret olacaktı. Cesaret belki de en önemli temalardan biri kitaptaki. Cesaret, ille de büyük bir his olmak zorunda değil. Hep anlatılageldiği gibi korkulacak, yüzleşilecek bir şey olmak zorunda değil, daha mikro anlarda da dışa vurulabilen, göze batmayan, gülümseten bir şey cesaret. Bu yüzden bu şekilde düşünen herkesin kendi inandıkları ve kendi gerçeklikleri ekseninde cesur olabileceğini göstermek istedim. Bu hamlelerle birlikte yaşamda farkında bile olmadan yalnızca değerli bir şeyin yanında durarak, ezber tavırlardan uzak, samimi ve umutla hareket eden insanların ardında bıraktığı kalıcı izi göstermeye ve Aliya’nın Aliya oluşundaki sürecin herkese umut ve ilham verebilecek taraflarına değinmeye çalıştım.”
Çalışkan, “Câbi’nin Kulesi–Uzun Yürüyüşlerin Kısa Kitabı” yaşlı ve hasta bir adamın hayatı üzerine düşündüğü bir anlatı” ifadelerini kullanıyor ve sözlerini şu şekil sürdürüyor: Hikâye, aydınlık, ışığın insanın gözünü aldığı bir odada etrafındaki kalabalık ve telaştan duyduğu rahatsızlık duygusuyla kendi doğumunu anlatmasıyla başlıyor. Orada hissettiği o ilk rahatsızlık ve hareketsizlik duygusu Aliya’yla tanışana kadar onun peşini pek bırakmıyor. Çünkü anlatıcı bacaklarını hareket ettiremeyişinin ve bir sandalyeye mahkûm oluşunun düşünmeye, zihinsel gelişime hiçbir şekilde engel olamayacağını ancak Aliya ile tanıştığında öğreniyor ve böylelikle ikisinin uzun yürüyüşleri başlıyor. Fiziksel sınırlamaların zihnin yolculuğunu kısıtlamadığını fark edince, anlatıcı yeni bir hareket özgürlüğü kazanıyor aslında. Daha sonra savaş zamanındaki deneyimlerine değinerek, toplumun hissettiği ilk duygu olan merak kavramını, ardından gelen kaygıyı ve nihayetinde korkuyu, korkuya rağmen cesareti ve umudu detaylandırıyor. O zor günlerde açlık ve zorluklarla karşılaşıyorlar tabii. Ama tüm bunlara rağmen, tüm Bosna halkı gibi savaştan önce ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam ediyorlar. Bu anlamda iç karartıcı bir tablo kalmıyor insanın zihninde kitap bittiğinde. Tam tersi umut ve coşku kalıyor.